Attığım her adımla sokağın karanlığı beni içine çekiyordu. Bir mezarda gibiydim, ayaklarımın altında toprağın canlandırıcı ve güvenilir dokusunu hissediyordum ama iki yanımda bulunan duvarlar aynı hissi vermiyordu. Doğanın yarattığı toprağın verdiği his değildi onlardan gelen, bu his daha çok yapay bir toprak gibiydi. Adımlarımı hızlandırırken ve ileride görünen meydanın kıpırdaşan ışıklarına bir an önce ve sağ salim ulaşabilmek için dua ediyordum. İçimden bir ses bunu başaramayacağımı söylüyordu, oysa bu gece oraya varmak zorundaydım. Uzun süredir kaldığım bu sarayda umduğumdan fazlasını öğrenmiştim, O’nun en güvendiği adamlarından biriydim ve O, amacını söylerken tereddüt dahi etmemişti. Ateşin öz güveniyle konuşmuştu bizimle, suyun gizemiyle ayıklamıştı kendisine güvenmeyenleri, toprağın inatçılığıyla bizi kendine bağlamak istemişti ve havanın duygusuzluğuyla insanları öldürmüştü. Bunları düşündükçe içimi bir ürperti kaplıyordu. Ben çok şey biliyordum ve bir tehlikeydim… Eğer yapmak üzere olduğum şeyi öğrenirse beni… Olabilecekleri düşünmek dahi istemiyorum.
Arkamda bir hareket hissettiğimde dar sokaktan çıkmama çok az bir mesafe kalmıştı. Bir an için koşmayı düşündüm ama tam tersini yaptım, adımlarımın hızını düşürdüm, etrafı daha büyük dikkatle dinlemeye başladım ve toprakta ki titreşimleri ayırt etmeye uğraştım. Yakınımda kimse yoktu, bu imkânsızdı, adım sesleri duymuştum. Ya da iyice paranoyaklaşıyorum… Gürültüyle bir nefes verdim ama çevremdeki her karanlık köşeye daha dikkatli bakmaya başladım. Yakınımda kimsenin olmadığından emin olduğum anda elimi yeşil pelerinin gizli cebine soktum. Elim parşömenin hafif pürüzlü dokusuna değdiğinde rahatladım ve onun biraz altında bulunan minik kâğıdı avucumun içine aldım. Parşömenin içinde bu geceki toplantı da alınan kararlar vardı küçük kâğıtta ise bu kararların önüne nasıl geçilebileceği.
Elimi pelerinin dışına çıkarıp adımlarımı hızlandırırken O’nun sözleri beynimde dolanıyordu.
“Biz de onlar kadar güçlüyüz ama onlar ne hakla bizim güçlerimizi sınırlıyor? Tanrı aşkına, aranızda bir kez bile ölülerle konuşan oldu mu?” Toplulukta herkes başlarını hayır anlamında sallamaya ve şiddetli bir şekilde itiraz etmeye başladı. Oysa adam bu karmaşadan hoşlanırmış gibi karanlık bir gülümsemeyle toplantı üyelerini izliyordu. Gözlerinde çok fazla göremeyeceğiniz bir parıltı vardı ve ben bunun sebebini az çok biliyordum. “Ben yaptım, ölülerle konuştum.” Salon birden bire çok daha büyük bir kaosa ev sahipliği yapmaya başladı. Bu şeyi, yani ölülerle konuştuğunu tahmin etmiştim. Bunu yakın bir zamanda yaptığını da rahatlıkla görebiliyordum artık, bu sözlerin kullanılışı onun kullandığı gibi değildi, gözlerinde ki bu kötücül bakış onun normal bakışı değildi. Kendisi gibi davranmıyordu, bilinmemesi gereken, gizli kalması uygun düşen bir sırrı öğrenmiş olmalıydı. “Sessizlik!” Sesinde yankılanan kudret salonda genç yaşlı demeden herkesi susturdu. Yaşlı olanlar bu sesi daha önce duyduklarını kabul etmemek istercesine gözlerini adamdan kaçırıyordu, genç olanlarsa adamın güçle parıldayan gözlerini hayranlıkla izliyor, onun diyeceği her bir kelimeyi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ben onun gözlerinde ki ifadeyi anlayabilen yegâne insandım, bir şeyler yapmaya karar vermişti ve bunu bizim yardımımız olmadan yapamayacaktı. “Gücümüzün kaynağının onlarda olduğunu biliyoruz… Onlar güçlüyken ne diye biz zayıfız?” Sesinde öfke vardı ama bir şekilde –ne kadar burada olmasa da- kralla konuşurken kullandığı alaycı tonu burada da kullanıyordu. “Ne yapmak istediğini açıkça söyle.” Ses yılların getirdiği bilgelikle parıldayan bir kadına aitti. Sakin ve meraklı ses tonu onun bu öfkeli adamla aynı tarafta olmadığını gözler önüne serer gibiydi, ama bir yandan da bir taraf olmaktan sakınıyordu. “Diğer üç elementi de kontrol etmek.” Sözlerin ardından gelen derin sessizlik bir fırtınanın habercisi misali aniden yarıldı ve birkaç kişi ona deliymiş gibi bakmaya başladı. “Nasıl yapacaksın bunu? Dördünü kullanman ne işine yarayacak?” Sorularım onu tatmin etmiş gibiydi. Gözlerime kilitlenen gözlerinde kendine güven vardı. “Objeler işimizi görür. Ve sonra yeni bir düzen kurarız. Zaten yeni düzen isteyen birçok kişi var. Sürülenler… Ve tek suçları güçlerini sonuna dek kullanmaları.” Bir an için dediklerini sorgusuz sualsiz yapma isteği doldurdu içimi ama bu isteği geri itebilecek kadar irade sahibiydim. Başımı onaylarmış gibi salladığımda diğerlerine döndü. “ Düşünsenize, eğer tüm gücü elimize alırsak, kimse önümüze çıkamaz. Gyvenimas bizim olur.” Hepimiz onun ne istediğini oldukça iyi görebiliyorduk. İçten içe birçoklarımız bu amaç uğruma ölmeye bile hazırdı. Toplantıda bulunan herkes oturdukları zümrüt yeşili koltuklara biraz daha gömüldü ve ışık saçan tavana dikti gözlerini. O’nun vaat ettiği dünyayı düşündükçe tüylerim diken diken oldu. Görebiliyordum, zulmü, acıyı, kederi… Beş kıtayı bir araya getirmenin bir yolunu bulabilecek olan bu adama baktıkça zihnim onun dünyasını daha ayrıntılı düşlüyordu. Fueme ve Wequa’nın yan yana durduğu bir harita canlandı beynimde. Bu imkânsızdı. Yalnızca bir hayal, yalnızca bir rüya… Ama ya başarırsa? “Objeleri sana vereceklerini sanmıyorsun herhalde?” Adamın kısık ve tehlikeli kahkahası odanın içinde yankılandı. Her şeyi planlamıştı. “Çalacağız.” Sesi sanki çok kolay bir şeyi anlatıyormuşçasına umursamaz ve sakindi. Ellerini mermer masanın üzerine yerleştirdi ve dudaklarına çarpık bir gülümseme yayıldı. “Asiler yardım eder ve sürgünler de… İş kolay olacak”.
Arkamda hissettiğim soğuk bir esintiyle durdum. Bu doğal değildi. Öğrenmişti. Amacımı öğrenmişti. Ve şimdi peşime adamlarını takmıştı, asiler ve sürgünlerden oluşan bir grup. Belki o toplantıda yer alan insanlar. Pelerinimin başlığını minik bir hareketle açtım ve yavaşça arkama döndüm. Orada saçları çevresinde esen rüzgârla uçuşan ve tehlikeli bir parıltıyla bana bakan bir adam vardı. Çevremizi ani bir hareketle karanlığa bürüdü ve karşımdaki hava bükücünün ayaklarıma attığı bir rüzgârla kendimi yerde buldum. Ellerimi toprağa yapıştırdım ve yerden keskin uçlu dikitlerin fırlamasını sağladım. Hesaba katmadığım tek şey karşımdakinin benim gibi bir toprak bükücü değil, sürgün bir hava bükücü olduğuydu. Karşımdaki sürgün beni yukarı doğru uçurdu ve sonra aniden yere fırlattı. Kemiklerimin kırıldığını hissedebiliyordum. “Dur.” Bu sesi tanıyordum ama buraya beni kurtarmak için gelmediğini biliyordum, beni kendisi öldürmek istemişti. Adımları bana yaklaştığında zümrüt yeşili gözlerimi kapattım ve yere indirdim çenemi. Tek dizini yere koydu ve çenemi sağ elinin parmaklarıyla kavradı. Gözlerimi açtım ve o çenemi yukarı kaldırdı. Gözlerinin gerisinde ihanetin verdiği acıyı görebiliyordum. “Bunu neden yaptın?” Sesi fazlasıyla sakindi, buda beni ölümüne korkutuyordu. Dudağımı ısırdım ve onu cevaplamadım. “Lanet olası! Söyle bana!” Çenemi iyice sıktı ve elini pelerinin içine soktu. Parşömene değdiği anda gülümsedi. “Sana ihtiyacım kalmadı. Yazık, güçlü bir ölü konuşturucu olabilirdin.” Arkasını döndü ve birini çağırdı. Hava bükücü karanlığı kaldırdı ve yıldızların ışıklarının üzerimize düşmesine izin verdi. Bana doğru yaklaşan adamın safir renkli gözlerine baktıkça korkuyordum. Bu benim tanığım kişi değildi. Benim sevdiğim kişi değildi. Bana yaklaştı ve acıma dolu bir gülümsemeyle baktı bana. “Thalia…” Dudaklarının arasından çıkan ismim bir zehir gibiydi. Gözlerini gözlerime kilitledi. Elini kahverengi perçemimden çenemin ucuna dek gezdirdi ve içimi rahatlama doldurdu. O bana yaklaştıkça bir terslik olduğunu iyice fark ediyordum. Taze su gibi değildi ondan aldığım koku daha çok kirletilmiş bir suydu. Zehir! Zehir bükmeyi öğrenmişti. Onu kendimden uzağa itemeden dudaklarıma yapıştı ve ağzındaki sıvıyı zehre dönüştürerek beni hareketsiz hale getirdi. Elini başımın altına koydu ve yere uzanmamı sağladı. Ölmediğimi çok iyi biliyordu ama kısa bir süre sonra öleceğim de ona aşikârdı. Objeleri eline geçirmek isteyen adamın yüzü bana yaklaştı ve bir zamanlar sevmiş olduğum adam ağzını elinin tersiyle sildi. “3 dakikası var. Daha çok değil.” Onun zehirli sesinde inkârı duydum ama çok geçti. 3 dakika… Hiçbir şeye yetmezdi. Hele de ben böyle kıpırdamadan yatarken… Bir zamanlar şifa veren elleri pelerinimin cebine ulaşıp mektuba değdiğinde tereddüt etti, bunu benim gideceğim yere götürmek istiyordu ama artık ihanet edemezdi. Kaderi seçilmişti. Mektubu aldı ve arkasında ki adama uzattı. Adam kâğıdı okudu ve buruşturup başımın yanına attı. Arkasında duran birine seslendi. Kâğıdı işaret etti ve bir şeyler daha mırıldandı. Sözleri benim için anlamsızdı. Görevimi yapamamıştım, objeleri adamdan önce çalmaları gerektiğini bana bu görevi verenlere aktaramamıştım. Bir damla yaş yanağımda ıslak bir iz bırakarak inerken bakışlarımı tutuşan kâğıda sabitledim. Ateş kâğıdın üzerinde hafifçe esen rüzgârla büyük bir uyum yaparak dans ediyordu. Gözlerimi bir kez daha görmemin imkânsız olduğu aya sabitledim ve vücuduma büyük bir rahatlama hissi yayılırken gözlerimi kapattım. Ruhum bedenimi terk etmeden önce hissettiğim son şey toprağın beni annenmişçesine saran sıcaklığıydı, beynime sızan son düşünce ise bu lanet olası adamı, objeleri çalmak isteyen adamı, durdurabilecek kadar güçlü birilerinin ortaya çıkmasıydı.